Aziz DAĞTEKİN Yazdı
Türkiye’nin doğusunda yıllardır süren bir acı var. Silahlı bir yapının, bir halk adına konuşarak ama o halkın sesini bastırarak hüküm sürdüğü bir coğrafya. PKK, Kürt halkının temsilcisi olduğunu iddia ederek yola çıktı ama en büyük zararı Kürt halkına verdi. Yolları mayınlayan da, okulları yakan da, çocukları zorla dağa kaçıran da, esnaftan haraç alan da, halkı tehdit eden de bu örgütün kendisiydi. Kendi kurduğu gayrimeşru mahkemelerle bölge halkına sözde adalet dağıtan, ceza kesen, linç eden, sonra da bütün bu baskıyı ve zulmü devletin üzerine yıkan bir yapıdan bahsediyoruz.
Bugün yüz binlerce Kürt vatandaşımız, neden kuzey Irak’ın Erbil kentine değil de, Antalya’ya, Manisa’ya, İstanbul’a göç ediyor? Orada her şey Kürtçe, her yönetici Kürt, devlet onların… Ama yine de Türkiye’nin batısına geliyorlar. Çünkü doğuda kendilerine zulmedenlerin çoğu yine kendi kimliklerinden olan, ama iradelerini başka yere ipotek etmiş yapılar. Çünkü bir Kürt, Erbil’de etnik kimliğini bulabilir; ama İzmir’de insanlığını, güvenliğini ve eşitliğini buluyor.
Ne yazık ki benzer bir zihniyet, siyaset sahnesinde de karşımıza çıkıyor. Bugün bazı belediyelerde yaşanan yolsuzluklar, hukuksuzluklar, adam kayırmalar ortaya çıktığında, aynı strateji uygulanıyor: Suçun üzerini örtmek için suçu başka bir yapıya, özellikle Cumhur İttifakı’na yıkmak. PKK’nın bölgede uyguladığı baskı modelinin, siyasi arenada yumuşatılmış ama mantık olarak benzer bir versiyonu, bazı CHP belediyelerinde karşımıza çıkıyor. İstanbul’da yolsuzluğu yapan CHP’li, yolsuzluğu yargıya taşıyan CHP’li, belgeleri yargıya sunan CHP’li, mağdur olan CHP’li, itirafçılar CHP’li… Ama suçlu kim? AK Parti. Tıpkı PKK’nın, kendi işlediği tüm insanlık dışı suçları “devlet yaptı” diyerek meşrulaştırma çabası gibi.
DEM Parti’nin sessiz kaldığı, zaman zaman üstü örtülü biçimde destek verdiği bu örgütlü şiddet, halkın umudunu tüketti. Halk artık gerçek bir temsil, gerçek bir çözüm istiyor. Sözde temsilcilerden değil, halkın iradesiyle seçilen ama halka hesap veren yöneticilerden yana. Tıpkı siyasi partilerin de artık kendilerine dönüp bakmaları gerektiği gibi: Hatalarını, yanlışlarını dürüstçe kabul etmeyen hiçbir yapı halkın gönlünde kalıcı olamaz. CHP’nin içine düştüğü bu çelişki, halkta büyük bir güven kaybına yol açıyor. Her eleştiride, her yolsuzlukta suçu dış güçlere, başka partilere atmaktan vazgeçilmezse, gerçek reformlar hep ertelenir.
Türkiye’nin doğusundaki sessiz çöküşle, büyükşehirlerdeki siyasi çürüme arasında temel bir benzerlik var: Her ikisi de halkın iradesini araçsallaştırıyor, halk adına konuşuyor ama halka danışmıyor. PKK silahla bastırıyor, bazı belediyeler propaganda ve mağdur edebiyatıyla. Her iki durumda da gerçekler bastırılıyor, halkın sesi duyulmuyor.
Ama artık bu döngü kırılıyor. Doğuda terör örgütünün, batıda ise popülizmin kurduğu bu baskı duvarları çatlıyor. Çünkü halk, olanı biteni görüyor. Kimin hizmet ettiğini, kimin sadece vitrin süslediğini ayırt ediyor. Kürt halkı da, Türk halkı da artık aynı talepte birleşiyor: Gerçek temsil, şeffaf yönetim, hesap verebilir siyaset ve huzur dolu bir gelecek.
PKK’nın çöküşü, sadece bir terör örgütünün sonu değil; kirli düzenlerin de yavaş yavaş sona erdiğinin işaretidir. Aynı şekilde, suçu başkasına atarak kendi içindeki çürümeyi gizlemeye çalışan siyasi yapıların da ömrü tükeniyor. Bu halk artık susturulmuyor, kandırılmıyor, yönlendirilmiyor. Çünkü insanlar, ideolojilere değil; hizmete, samimiyete ve gerçeğe oy veriyor.
Ve gerçek şu! Ne barış terörle gelir, ne de adalet yolsuzlukla. Bu ülke, gerçek barışı ancak ve ancak halkın iradesine saygı gösterildiğinde ve her yapı kendi sorumluluğuyla yüzleştiğinde bulacaktır. İşte o zaman, doğudaki göçler duracak, batıdaki kutuplaşma dinecek, ve Türkiye gerçek anlamda bir bütün olarak ayağa kalkacaktır.