Aziz DAĞTEKİN Yazdı
Bu memlekette artık hiçbir şeye şaşırmam dediğiniz anda, hayat size “tut bakalım şunu” diye bir haber dosyası fırlatıyor. O kadar alıştık ki garipliklere, artık olağan olanı tuhaf karşılıyoruz. Fakat bazı olaylar var ki, bırakın bir basın mensubunu, evinin balkonunda çamaşır asan Hatice teyzenin bile kaşını çattırıyor.
Dünyada iki Yahudi bir araya gelirse şirket kurar. İki Türk bir araya gelirse devlet kurar. Peki iki altı oklu pelerin taşıyan siyasetçi bir araya gelince ne olur? Bu da soru mu canım. Tabii ki kumpas kurar. Üstelik kendi partilerine, kendi arkadaşlarına. Evet, dış mihrak aramaya gerek yok, çünkü iç mihraklar yıllardır faaliyette.
İstanbul’da seçilmiş bir belediye başkanı var. Tutuklu mu? Evet Tutuklu. Ama CHP içerisinden linç kampanyası çoktan başlamış. Suçsuzluğu da suçluluğu da henüz kanıtlanmamış, bir İmamoğlu serüveni var karşımızda. Ne var ki bu dosyada şikâyetçi CHP’li, tanık CHP’li, mağdur CHP’li, zanlı CHP’li. Ama tek suçlu AK Parti. Bu işle uzaktan ve yakından ilgisi olmayan AK Parti’nin ise sadece uzaktan “bakın bakın ne yapıyorlar” deme rahatlığı var. Hatta iş o raddeye geldi ki “yahu hırsızın hiç mi suçu yok?” sorusunu bile sordurtmuyorlar. Çünkü cukkayı götürenin rozet rengi, yediği yemeğin sosundan daha karmaşık.
Peki bu işin başı kim? Elbette ki yıllardır kendisini iktidarın doğal muhalifi sanan ve her eleştiriyi “ama Erdoğan” duvarına çarpan bir anlayış. En kolay savunma ise “Erdoğan, İmamoğlu’nu rakip gördü ve yargı yoluyla saf dışı bırakmak istiyor.” Evet, bu argümanı sabah kahvaltıda, öğlen arası çay molasında ve akşam haber kuşağında duymaya alıştık. Fakat madem dosyalar bu kadar kalabalık, madem şikayetçiden tanığa kadar herkes aynı partiden, o zaman bir durup kendi evimizin önünü süpürmemiz gerekmez mi?
Şimdi burada asıl meseleye gelelim: CHP bu kumpasların neresinde duruyor? Artık kabak tadı veren “dış güçler”, “yargı kıskacı” gibi klişeler yerine aynaya bakma zamanı geldi. CHP kendi içindeki hizip savaşlarını, koltuk kavgalarını, “kim kimin adamı” hesaplarını çözmeden halka ne adalet ne iktidar olmayı vaat edemez. Çünkü halk, önce sizin adalet anlayışınıza bakıyor.
Özgür Özel’in CHP Genel Başkanlığı’na seçildiği tartışmalı kongreyi hatırlayalım. Kazandı mı? Kazandı. Ama nasıl kazandı? Bu sorunun cevabı, o gün salondan gözleri dolarak çıkan birçok delegenin cebinde saklı. Bugün Özel’in sahne performansı, hitabet yeteneği, AK Parti’ye karşı dik duruşu alkış alıyor olabilir. Fakat tehditkar üslubu, sürekli bir “hesap soracağız” söylemi, aslında içerideki çatlağı kapatmak için kullanılan geçici bir macun olabilir mi?
Siyaset, hesaplaşma değil helalleşme demişti bir ara CHP. Şimdi o sözlerin yerini “şöyle yapacağız, böyle yargılayacağız” naraları aldı. Peki bu agresif tonun arkasında ne var? Gerçekten değişim mi, yoksa eski kadroların yeni ambalajla pazarlanması mı?
Bugün seçilmiş belediye başkanları hedefteyse, bu sadece iktidarın değil, muhalefetin de sorumluluğudur. Çünkü seçmen, kendisini temsil etsin diye oy verdiği kişileri, kendi partilerinin birbirini ihbar ettiği mahkeme salonlarında değil, hizmet üretirken görmek ister. Parti içi koltuk savaşlarını demokrasi diye yutturmaya kalkarlarsa, halk da oy vererek değil, sandığa gitmeyerek konuşur.
İstanbul sadece bir şehir değil, bir mesajdır. Eğer siz bu mesajı doğru okuyamazsanız, yarın başka bir şehirde yine aynı filmi izleriz. Bu sefer başrol değişir ama senaryo aynı kalır. Suçlu hep başkasıdır, biz masumuz.
O zaman son kez sorayım: Cukkayı götüren suçlu kim kardeşim, ben miyim?