Editör Yorumladı
ABD’nin Ortadoğu’daki politikaları uzun süredir “demokrasi”, “özgürlük” ve “insan hakları” söylemleriyle meşrulaştırılıyor. Ancak sahadaki gerçeklik, bu söylemlerin ardında yatan çıkar merkezli, baskıcı ve çifte standartlı bir stratejiyi açıkça ortaya koyuyor. DEAŞ’ın doğuşu ve yükselişi de bu çerçevede ele alınmalıdır.
Örgüt bir anda ve kendiliğinden ortaya çıkmadı. Irak işgali sonrası çöken devlet yapısı, ABD’nin kurguladığı güç boşluğu ve bölgesel mühendislik politikaları bu zemini hazırladı. Bu boşluk, terör örgütlerinin “kullanışlı düşman” rolünü oynaması için elverişli hale getirildi.
ABD’nin DEAŞ’ı doğrudan kurduğu yönündeki iddialar tartışmalı olsa da, örgütü dolaylı biçimde eğitip donatan, silah akışlarını denetlemeyen, bölgeyi istikrarsızlığa sürükleyen politikaları inkâr edilemez. Suriye’deki çatışmaların derinleşmesi, İsrail’in güvenliğini merkeze alan Washington stratejisiyle yakından ilişkilidir. Çünkü ABD için Suriye meselesi hiçbir zaman sadece Suriye olmamıştır; mesele, İsrail’in bölgesel üstünlüğünü garantilemek, İran’ı çevrelemek ve Rusya’nın nüfuzunu sınırlamak olmuştur.
Bugün ABD, Şam yönetimiyle kurulabilecek olası temasları da yine kendi çıkar penceresinden değerlendirecektir. Şara’yı muhatap alırken “reform”, “istikrar” ya da “barış” gibi kavramları dillendirecek; ancak perde arkasında Golan Tepeleri’ndeki İsrail işgalini fiilen tanıyan, İbrahim Anlaşmaları üzerinden Arap dünyasını İsrail’le normalleşmeye zorlayan baskıcı diplomasisini sürdürecektir. Washington’un mesajı açık olacaktır:
“Ya bizimle olacaksınız, ya da ‘terörle iş birliği yapan’ rejim ilan edilirsiniz.”
Bu yaklaşım, ABD dış politikasının en belirgin karakteridir. Ahlaki meşruiyet iddiası ile reel çıkarların vahşi uyumsuzluğu. Demokrasi getirme iddiasıyla yola çıkan aynı Washington yönetimi, otoriter müttefikleriyle askeri üsler kurmaktan, insan hakları ihlalleriyle anılan rejimlerle enerji anlaşmaları yapmaktan çekinmez. “Basın özgürlüğü”nü savunurken, kendi çıkarına ters düşen her haberin üzerine “gizlilik” damgası vurur.
Bugün Suriye’ye bakıldığında da aynı tablo görülmektedir. Yıkılmış şehirler, parçalanmış toplumlar, dış müdahalelerin cehenneme çevirdiği bir ülke. Ve ABD, bu yıkımın sorumluluğunu üstlenmek yerine, yeniden “çözüm mimarı” rolüne bürünmeye hazırlanıyor. Bu, yalnızca ironik değil; aynı zamanda ahlaki bir çöküştür.
ABD’nin Ortadoğu’da güvenilir bir barış aktörü olabilmesi için önce kendi geçmişiyle yüzleşmesi gerekir. Irak’ta, Libya’da, Afganistan’da ve Suriye’de bıraktığı enkazla. Aksi halde Washington’un her yeni “barış girişimi”, bir başka halkın kaderine biçilen yeni bir baskı senaryosundan ibaret olacaktır.
Aybüke Türk Haber "Habere Bozkutça Bakış"